289.* KEZ SORUYORUZ NEDEN HAYIR?
▫ Tahmini okuma süresi: 4 dakika ▫
Nahide Opuz, 1995’te evlilik birliği kurduğu -H.O değil- Hüseyin Opuz’dan üç çocuk sahibi bir Türk vatandaşıdır. Hüseyin Opuz’ un darp etmesine, bıçaklı saldırısına ve araçla ezme girişimine maruz kalmıştır. Nahide Opuz, ilgili devlet makamlarına tam 36 kez şikâyette bulunmasına rağmen korunmaz. Üstelik darp, ağır yaralama ve cinayete teşebbüsten açtığı davalarda; kanıt yetersizliği gerekçesiyle Hüseyin Opuz aleyhine hiçbir yaptırıma hükmedilmez. Hüseyin Opuz, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılır.
Nahide’nin annesi tüm bu yaşananları göz önünde bulundurarak 11 Mart 2002’de kızını yanına alıp İzmir’e taşınma kararı alır. Yolda önünü kesen Hüseyin Opuz’un açtığı ateş sonucu hayatını kaybeder. Nahide Opuz’un açtığı boşanma davası annesinin katledilmesinden sonra sonuçlanır ve Nahide annesinin katilinden boşanır. Annesinin katledilmesinden sonra Nahide Opuz, AİHM’ye (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) başvurarak devlet makamlarının duyarsız kaldıklarını bildirir. Türkiye, AİHM’den aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı için ceza alır. Kadın vatandaşına ayrımcılık yaptığı kanısına varılır. Bunun üzerine Avrupa Konseyi İstanbul’da toplanır ve Prof. Feride Acar öncülüğünde İstanbul Sözleşmesi hazırlanır. Sözleşme 11.05.2011’de imzaya açılır, Ahmet Davutoğlu tarafından imzalanıp oy birliğiyle mecliste onaylanır ve ilk onaylayan ülke Türkiye olur. Peki, oy birliğiyle mecliste onaylanan bu anlaşmadan şu an neden ayrılmak isteniyor?
Temelinde iki faktör bulunmakta; birincisi, sözleşmenin 3. maddesinin c fıkrasında bulunan “toplumsal cinsiyet” kavramı öncülüğünde toplumun cinsiyetsizleştirilmeye çalışıldığı iddiası. Gelin bu asılsız ve sığ görüşün karşısında durarak fırtınalar kopardıkları toplumsal cinsiyet kavramını inceleyelim: Toplumsal cinsiyet, temelde insanın imajlarını ve rollerini tanımlayan fikirlerin sosyal yapılanmasıdır. Her kültürde kadınlara ve erkeklere dair sahip olunan fikirler o toplumun ürettiği neredeyse her şeyde yansımasını bırakır. Özellikle ataerkil toplumlarda maskulenite genç erkeklerin mantalitesine farklı şekillerde kazınır. Güçlü olmak hiç değilse güçlü gibi görünmek zorunda hissettirilir. Örneğin savaşın kendisi, erkeklere karşı yapılmış en büyük toplumsal cinsiyet şiddetidir. Toplum tarafından yanlış şekillendirilmiş ataerkil erkeğin kadına uyguladığı şiddete gelecek olursak; Türkiye’de 2019 yılında 418, 2020 yılının Ekim ayına kadar ise 289 kadın bu şiddet yüzünden hayatını kaybetti. Yüzlerce çocuk annesiz, yüzlerce anne çocuksuz kaldı. 289.kez soruyoruz, İstanbul Sözleşmesine neden hayır?
İkinci yanlış kanı ise; sözleşmenin üçüncü maddesinde bulunan “Aile içi şiddet, eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgâhı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır.” içeriğine sahip c fıkrasının, aile kültürünü ortadan kaldırmaya yol açacağı düşüncesidir. Maddeden de anlaşılacağı üzere İstanbul Sözleşmesi mağdur olan, şiddet gören kadını her konumda korumaya yönelik bir sözleşmedir. Sözleşmeye karşı olan taraf nasıl bir zihniyettedir ki yaşam hakkı korunmaya çalışılan kadınlara ve onların yaşam hakkını koruyan sözleşmeye karşıdır? Bir insanın yaşam tarzının, değerlerinin kendi yaşam tarzımızla ve değerlerimizle aynı olmasını bekleyemeyiz. Benzer olmadığı takdirde de kişinin haklarını yok sayarak yaşadığı şiddete göz yummak ne ahlaka, ne adalete, ne dine, ne de insanlığa sığar.
Tarih boyunca toplumlar ve insanlar, yüzyıllarca kendi teamüllerine göre erkeklere ve kadınlara belirli roller biçmiştir. Bu rollerin şiddete neden olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bizler, kadın ve erkeğe toplumsal roller biçilmesin, eşit yaklaşılsın kanısında kararlıyız. Ancak bu cümle dahi okuduğunu idrak etmekte zorlanan insanlar tarafından çarpıtılmaya müsaitken, açıklamadan geçemeyeceğim; kadın ve erkeğin eşit olduğunu düşündüğümüz için değil, bilakis hiçbir insan birbiriyle eşit değildir; fakat hukuk karşısında eşit olmalıdır. Ataerkil düzenin ve bu düzenin getirdiği eşitsizliklere karşı bir eşitlik oluşturma mekanizması olan pozitif ayrımcılık, bu hukuki eşitliğin içerisinde pozitif ayrımcılığa ihtiyaç duyulmayacak derecede eşitlik sağlanana kadar yer almalıdır. Biz kadınlar; her zaman el ele, davasında kararlı olarak, gece sokakta korkarak yürüyen tek bir kadın kalmayana dek bu mücadeleyi sürdüreceğiz, sürdürmeliyiz.
*Bu yazının kaleme alındığı tarihte Anıt Sayaç verilerine göre 2020 yılında katledilen kadın sayısı 289 iken, 9 Ekim 2020 itibariyle 294. Kadına karşı şiddetin önlenmesi adına atılmış bir adım olan İstanbul Sözleşmesinin uygulanmasını istemeyenlere, düştükleri yanılgıyı anlatmak için yazılmış bu satırları paylaşana dek geçen kısa sürede, beş kadını daha kaybettik. Kaybettiğimiz zamanın, kaybettiğimiz kadınlar demek olduğunu ne zaman fark edeceğiz?